Kadersiz Coğrafya
Kafamı
kaldırmaya korkuyordum. Bilincimi yitirmiş gibiydim. Sanki insanlığımı bir
kasaya kapatmıştım da sadece içgüdülerimle hareket ediyordum. Hep böyle olmaz
mı zaten? Kötü anlarda bilinç gider, yere düşsek, düştüğümüz o anı bile
hatırlamayız. Ve ne oldu da yerdeyim ben, nasıl düştüm ki, diye sorular sorar
dururuz kendimize. Sadece tek bir saniye içinde düşündüğümüz milyonlarca şey
olur kafamızda. Ama tek amacımız, en önemlisi, canımızı korumaktır.
Sevdiklerimizle birlikteysek onları korumaktır.
Yerde nasıl
yattığımı, hangi ara eğildiğimi bilmiyorum. Hele Can’ın üzerime kapandığını
nefessiz kalınca fark etmiştim. Tek bir ses ve hafızada kayıp olan saniyeler.
Sonunda bizi de bulmuştu işte. Oralarda patlamıyor ya, dediğimiz, bizi bulmaz
abicim biz o alanlarda takılmıyoruz, dediğimiz lanet olaylar bize de isabet
etmişti günün birinde. Ama hayattaydık. Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde
hala yaşıyorduk. Fakat bu şansımız mıydı, yoksa buradan, bu hayattan
kurtulamadığımız için en büyük şanssızlığımız mı bilemiyordum.
Ortalık bir
anda karmaşaya döndü. İki dakika öncesiyle şimdinin arasında müthiş bir fark
vardı. Yerde yatan tahminimce ölmüş insanlar, hareket etmeye korkanlar ve göz
göze geldiğimizde korku dolu bakışlarıyla yüzleştiğimiz insanlar... O çok
sevdiğimiz mekan kıpkırmızı olmuştu. Kan kokuyordu. Lanet kokuyordu. Nefret
kokuyordu. Genellikle geceleri dışarı çıktığımda, beni eğlenceden alıkoyan
birçok an yaşamıştım. Ya bir arkadaşım sevgilisinden ayrılır kötü olduğu için
beni çağırırdı. Ya da annem eve erken
dön diye tutturur gecenin en keyifli yerinde “Uyumadım, seni bekliyorum.” diye yoruma
kapalı bir mesaj atardı. Ama gecemin böylesi bölündüğü, bir gece dışarı
çıkmanın canıma kast edebileceği hiç aklıma gelmezdi. Zaten kimin aklına
gelirdi ki?
Bir anda sesler
duruldu. Ortalık sakinler gibi oldu. Hayatta kalan insanların, resmen
şükretmeye sebebi yoktu. Çünkü ortam o kadar kötüydü ki! Ardından birilerinin
“Kaçıyor, kaçmasına izin vermeyin, tutun o şerefsizi.” dediğini duydum. Ne
olmuştu ki? Kimdi bu adam? Neydi bu yaşadığımız? Sanırım birkaç dakika sonra,
birileri “İyi misiniz? Hayatta mısınız?” diyerek etrafta dolanmaya başladı. O
zaman biraz daha hareketlilik olduğunu duydum mekanda. “İyi misin?” diye sordu
Can. Hayatta kaldığıma, beni koruyabildiğine şükreden gözlerle gözümün içine
bakıyordu. “Bilmiyorum aşkım. Bileğim çok acıyor.” diyebildim sadece. Onun
cevap verip vermediğini hatırlamıyorum bile. Sanırım yere kapanırken ayağım
kaymıştı ve bileğimi zorlamıştım. Ama bu o anda önemli bir nokta değildi benim
için. Öyle garip bir şok içindeydik ki, birbirimize ne diyeceğimizi
bilemiyorduk. İkimiz de yaşananların rüya olmasını umuyor gibiydik. Hayatımda
ilk defa sevgilimin gözlerinin içine, daha önce hiç tanık olmadığım bir
kaybetme korkusuyla baktım. Çünkü saniyeler önce onu kaybedebilirdim. Bu zamana
kadar sevdiklerimize bir şey olmadığı için, tüm olayları sadece haberlerden
okuduğumuz için unutabilmeyi ve çok da önemsememeyi başarmıştık. Ama bundan
sonra bırak unutmayı, bu yaşadığım hisleri nasıl atlatabileceğimi bile
bilmiyordum.
Bu sırada ayağa
kalkan Can önce olduğum yere oturmam konusunda bana yardım etti. Ardından etrafta
yardıma ihtiyacı olan insanlara koşturmaya başladı. Ben bir kere daha etrafa
bakmaktan korkuyordum. Boş boş odaklandığım yere insanların gölgesi düşüyordu. Zaman
algımı da yitirmiştim. Telefonuma bakmayı bile çok sonra akıl edebilmiştim. Yaklaşık
on beş cevapsız arama ve “Işık iyi misin?” mesajları vardı. Okuduğum her, iyi
misin, sorusu bana o saniyeleri yeniden yaşatıyordu. Sonra Can geldi yine
yanıma. “Hadi bebeğim kalk ambulans geldi.” dedi. Nasıl ayakta durabildiğini
anlamıyordum. O hep güçlüydü ama bu kadar güçlü olduğunu hiç düşünmemiştim.
Sanırım o da bir şok geçiriyordu.
***
Fazlasıyla
soğuk ve sıkıcı devlet hastanelerinde, bizimle öylesine ilgilenmiş birkaç
hemşire ve ifade vermemizi bekleyen polisler dışında kimse yok gibiydi.
Hatırladığımız kadarıyla ifadeleri verip çıksak da polisin sanki olayı biz
yapmışız gibi davranması ekstra sinir bozucuydu. Hastaneden çıkarken annemler
geldi. Can’ı da bırakmadılar ve birlikte eve döndüğümüzde Can’ın ailesi tatil
için gittiği İzmir’den dakika başı onu arıyordu. Benimle de konuşuyorlardı
sürekli. Her saniye birilerine iyi olduğumuzu, hayatta olduğumuzu kanıtlamaya
çalışıyorduk. Üstelik hiç de iyi değilken. Televizyon her saniye daha da sinir
bozucu oluyor, programlara çıkan boş adamlar bomboş konuşmaktan vazgeçmiyordu.
Zaten lanetletmekten başka bir halt yaptıkları da yoktu. Senelerdir bu ülkeden
gitmek istiyordum. Her defasında Can’la yaşayabileceğimiz başka ülkeler arıyor,
oralara giden arkadaşlarımıza fikir danışıyorduk. Hiçbir şey yapmayıp, sadece
Twitter’dan ülkeyi kurtaran, koyun gibi yaşayan ve asla itiraz etmeyen insanlar
için ölmek, var olmayan bir davada olayların içinde kalmak istemiyordum. Bu
benim davam değildi ve ben yaşamak istiyordum. Bu yüzden de kendime bambaşka
yerlerde, sevdiğimle, ailemle yeniden bir hayat kurabilmek tek kurtuluş yolu
gibi geliyordu. Her ne kadar öyle olmasa bile.. Ama o gece bir kere daha
anladım, canımın bu ülkeden çok daha değerli olduğunu. Hayata bir kere
geliyordum ve kendime, şayet gidene kadar burada ölmezsem, yaşayacak başka bir
kara parçası bulma ihtimalim çok yüksekti.
O gece balkonda
“Ben yaşamak istiyorum.” diye bağırmak, tüm sinirimi ve şokumu öyle atlatmak
istiyordum. Ama yapmadım. Yapamadım. Çünkü bu ülkede sadece haksız olanların
sesi çok çıkardı ve ben hiç de haksız değildim.
Sabaha karşı
balkonda sigara içerken, soğuğun beni ayıltmasını ve yaşadıklarımı o anda esen
rüzgarla alıp çok uzaklara götürmesini diledim. Can yanıma gelip “Hadi gel
yatalım.” dedi. Uyuyabileceğimize inanarak. Gerçekten iyi olduğuma inanmak
isteyen sevgilim gözlerini benden ayıramıyordu. Yatağa yattığımızda, avucunun
içini öpüp “Gidelim buralardan. Bir an önce.” dedim. Sanki kaçmak hepimizi
kurtaracakmış gibi. Bize ölümsüzlüğü verecekmiş gibi.
Yorumlar
Yorum Gönder